AHMET YÜZEROĞLU İLE MÜLAKAT

ŞİMDİKİ GENÇLİĞE DAHA UMUTLA BAKIYORUM

Bize kısaca kendinizden bahsedebilir misiniz?

1945 yılında Kahramanmaraş’ta doğdum. İlkokulu Abarabaşı’nda İnönü İlkokulunda okudum. Çok efsane bir başöğretmenimiz vardı. Namına Buzbaba derlerdi. Ortaokulu da hemen üst tarafta İt Tepesi dediğimiz yerdeki Kahramanmaraş Merkez Orta Okulu’nda okudum. Lise tahsilimi ise şimdiki Yedi Güzel Adam Müzesinin olduğu taş binada okudum. Zaten o zamanlar Maraş’ta bir ortaokul, bir de lise vardı. Yüksek tahsilimi ise, 1966 yılında Ankara’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamladım.

Edebiyata olan ilginiz nasıl başladı?

Babamın ahırda sakladığı bir sandığı vardı. Orada sandıkta 1924 de basılmış o zaman liselerde okutulan bir edebiyat kitabı vardı, nerden eline geçmişse; bize kış gecelerinde, gaz lambasının ışığı altında o kitaptan, Tevfik Fikret’ten Mehmet Akif’ten şiirler okurdu. 1950 li yılların başı. Kendisi de aynı zamanda çok güzel Osmanlıca yazı yazan biriydi. Hani bir devlet dairesine girebilir miyim ümidiyle; dilekçe nasıl yazılır, mektup nasıl yazılır, tıpkı bu günün kompozisyon dersi gibi. Onun bu defterine bayılırdım. Mürekkebini aktariyeden alır, özenerek yazardı. Ne bir silinti ne bir akıntı olmazdı. O yıllarda çok defter de bulunmazdı ya. Zaman zaman ben de o defterin boş sayfalarına gizli gizli bir şeyler karalardım. İhtimaldir edebiyata olan ilgim biraz babamdan geçti sanırım.

Sizin iyi bir Necip Fazıl hayranı olduğunuzu biliyoruz. Üstatla ilgili hatıralarınızdan biraz bahsedebilir misiniz?

Öğrencilik yıllarımda Necip Fazıl’ın konuştuğu Osmanlıca kelimeleri anlamasam da onun konuşmalarına hayrandım. O, sanki bir çağlayandı, biz de o çağlayanın içinde sanki kendimizi kaybetmiş gibi huzur bulurduk.

Necip Fazıl 1960’lı yıllarda Maraş’a konferans vermeye gelmişti. Her konferansı üç- dört saat sürerdi. Konuşma esnasında arada bir 10-15 dakika ara verirdi. O boşlukta önüne bir kahve getirirler, sigarasını yakar, şöyle bir tüttürürdü. Konferansa gelen halk onun bu doğal halini, suskunluğunu da sever, hiç kimse de kalkıp gitmezdi. Salonda oturacak yer de olmaz; oturduğumuz yer, tahtaları kırık, uyduruk eski sandalyeler, boşta kalan çivileri oturduğunuzda bir yerlerimize batardı. Zaten çok kimse konferansı ayakta dinlerdi.

Bir defasında üstat konferansını bitirmiş, sahneden aşağıya inecekti. Salona birkaç basamak merdivenle iniliyordu. Konferanslarını ben her zaman en önde izlerdim. O zaman gençtim, liseye gidiyordum. Çekindiğim için üstada merdivenlerden inerken benle beraber koşuşturanlar arasında maalesef olamadım. Üstadın omzumdan tutup sahneden aşağıya inmesini o kadar çok arzu ederdim ki olmadı, hâlâ üzülürüm.

Yine bir başka konferansını Yıldız Sineması’nda yapmış, çok güzel konuşmuştu. Konferans gece saat 11-12’ye kadar sürdü. Konferans bitiminde, aradılar taradılar üstadı otele bırakacak çevrede bir taksi bulamadılar. O zamanlar kimsede araba yoktu ki. Bu defa yürüyüş korteji gibi Necip Fazıl önde, sevenleri arkasında otele kadar yürüdü. Ben de peşlerine takıldım. Üstat

dört-beş saat konuştuğu halde yürüyorken hâlâ bir şeyler anlatıyordu. Öyle güzel şeylerden bahsediyordu ki bayılıyordum. 

Allah ona öyle bir yetenek vermişti ki; sanki gökteki yıldızları elindeki kementle tutup tutup aşağıya indiriyordu. Öylesine güzel Türkçe konuşurdu.   Uzunca bir yürüyüşten sonra Ulu Camii’nin karşısında Konak Oteli’ne kadar geldik. Üstat orada kalıyormuş. Otel üç katlıydı. O dönemde Maraş’ın en gözde oteli ve en yüksek binasıydı. Önünden her geçmemde otelin katlarını sayardım bir, iki, üç diye. Onu öyle kendime bir adet edinmiştim. 

Otelin lobisine vardığımızda ben otelin içini ilk defa görüyordum. O zamana kadar toprak damlı evimizden başka bir yer görmemişiz ki! Üstat biraz da orada konuştu.  Merhum dişçi Mehmet Sandaloğlu, Necip Fazıl’a mihmandarlık ediyordu.  Sandaloğlu Ağabey  bize dönüp: “Gençler, üstat yoruldu. İstirahata çekilecek. Sormak istediğiniz bir şey varsa söyleyin, yoksa dağılın!” Dedi. Ben nasıl yaptım onu bilmiyorum. Sesim kırk düğüm ola ola üstada yaklaştım. O yıllarda Behçet Necatigil’in bir “İsimler Sözlüğü” vardı. Orada üstatla ilgili bir cümlesinde şunları yazmıştı: “Necip fazıl öyle bir tren lokomotifi ki rayından çıkmış hâlâ gidiyor” şeklinde bir sözdü. Yani ona göre Necip Fazıl “Kendisini diri diri mezara gömmüş” biriymiş…

Necip Fazıl gerçekten muazzam bir şairdi. Bilhassa gençlik dönemi şairliğinde  “Kaldırımlar” şiiriyle büyük sükse yapmıştı. Herkes ona bayılıyordu. Gerçekten de Türkçemizin hece ölçülerini kullanan nadide şairlerinden biriydi. Ben cesaretimi toplayarak üstada yaklaştım: “Behçet Necatigil sizin için, kendini diri diri mezara gömdü diyor, buna ne dersiniz üstadım?”  Dediğimde, Necip Fazıl yorgunluğundan mı nedir, sorumun cevabını tek cümleyle verdi.  Bana döndü, o bilindik heybetli sesiyle: “Onun cevabını da sen vereceksin!” Dedi. Bu söz bana yetmişti. Ömrüm oldukça bununla hep gurur duyarım.   

O yıllarda Kahramanmaraş’ın edebiyat dünyasında kimler vardı?

Edebiyat lokomotifinin ateşçisi Necip Fazıl’dı. Ondan sonra peşine takılanlar, onun öncülüğünde yollarına devam etti. Maraş’ın tanınması açısından bir de Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han duvarları şiiri vardı. O şiirdeki “Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben” mısraı Maraş’ı gündeme taşımıştı.  O şiirden önce Maraş’ı dışarıda pek bilen yoktu. İşte, Maraş’tan biri askere gittiğinde, o şiiri kastederek, sen Şeyhoğlu musun? Derlerdi. Siz de bunun romanını yazdınız, çok da takdir ettim. Sizin romanınızda bu mânâda yeni bir kıvılcım oldu.

Yine bir gün hiç unutamıyorum. Üstat kale dibindeki sinemada konuşuyor, kendine yapılan haksızlıklardan bahsediyordu. Dedi ki: “İstanbul’da hırsıza, yankesiciye, uğursuza, herkese ev verilir ama ben İstanbul’da tek odalı bir ev ararım bulamam. Çünkü benim adım Necip Fazıl!” Üstada sunulan bu durumdan ötürü, bizler de üstada sevgimizi açık açık ifade edemezdik, gizlerdik. Yani gerici, yobaz damgası yemekten korkardık. Hep içten içe bir koza örmeye başladık.

Necip Fazıl’ın çıkardığı “Büyük Doğu” dergisiyle ilk tanışmıştım. Kapağındaki ilk cümlesi hâlâ hatırımda. Diyordu ki: “Kör bir kuyunun dibindeyiz. Gökyüzü tepemizde nikel 25 kuruş kadar ufacık görünüyor. Ve belimizdeki kemerimizden başka hiçbir kurtuluş çaremiz de yok!“ Bu söz o kadar etkilemişti ki beni, böyle cümlelere bayılırdım. 

Merhum Erdem Bayazıt’la da arkadaşlığınızı biliyoruz. Birazda ondan bahseder misiniz?

Erdem Bayazıt ile 1966-1967 de Ankara’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde aynı sınıftaydık. Birinci sınıfı beraber okuduk, aynı sırada oturduk.  Hatta bir seferinde sınıfta benim uzaktan portremi çizmişti, güzel de çizmişti. Yakın zamana kadar o resmi gözüm gibi saklıyordum ama şimdi hangi kitabın arasında kaldı kim bilir.

Erdem beyde ressamlık var mıydı?

Vardı. Genellikle şairlerde bu estetik duygusu olur. Birinci sınıfı beraber okuduk. Kendisi daha önce İstanbul’da hukuk fakültesinin ikinci ya da üçüncü sınıfından ayrılmış, askere gidip gelmişti. Bize göre 6-7 yıllık arada kaybı vardı. Çok suskun dururdu. Akşam bölümünde okurduk. Beraber Sıhhiye’ye kadar yürür, oradan evine geçerdi. Ben yolda yürürken kendisini hep iki üç adım geriden takip ederdim. Her zaman kafasında bir şiir uğraşısı olurdu. O yüzden hiç rahatsız etmek istemezdim. Arkasından kendini bir gölge gibi takip ederdim. Bazen elinde bir defter, bir kurşun kalem,  okulun kütüphanesinde tenha bir köşeye çekilir, orada şiirlerini yazardı.

Sizin zamanınızdaki gençlerle, şimdiki gençlerin edebiyata merakı nasıldı?

Gençler idealist oluyorlar, içleri dışları pırıl pırıl, pas tutmuş hiçbir tarafları yok. Genel olarak gençlik böyle. Ama biz gençliğimize en baştan beri yön verememişiz, bu kendi tespitim. Enerji var, güzellik var, her şey var ama o gençlerin önüne düşüp yol gösterenimiz, hedef gösterenimiz yok. Gençliği kendi hâline bırakmış, bir tarafa çekilmişiz.  Yakup Kadri’nin Yaban romanında Türk aydınını eleştirdiği gibi; “Anadolu köylüsünün bir ruhu vardı sen onu görmedin bilmedin, hiçbir yerde tanımadın, şimdi gelmişsin sen onu eleştiriyorsun” dediği gibi. Biz de gençlerimize sahip çıkamamışız, yön verememişiz.

Ben bunu 1950 li yılların Maraş’ı için söylüyorum. Bilhassa Mağralı, Devecili’nin gençleri sapan dövüşlerinde sanki mahalle kulüpleri gibi başı çekerlerdi. Mahalle baskınları, sapan dövüşleri yaparlar kafa göz kırarlardı. Yani bu gençlerimizin emekleri, enerjileri bir dönem bu şekilde zayi oldu. Sonra altmış ihtilâlında, sonraki yıllarda, yetmiş seksenlerde gençlerimizi sağ sol diye ayırıp, o güzelim gençleri birbirine kırdırdılar. Bir dönem de gençlik böyle heba oldu.

 Açık konuşmak gerekirse, ben şimdiki gençliğe eskiye göre daha umutla bakıyorum. Çünkü şu anda her ilimizde birden çok üniversite var. Buna rağmen şeytanın kulağına kurşun, üniversitelerimizde sağ sol çatışması yok. O eski ürpertici haberlere çok şükür şimdilerde rast gelmiyoruz. Kızlarımız taze güç olarak toplum hayatına girmeye başladı. Bu da bana umut veriyor.

Beğenmediğimiz yönler elbet var. O da teknolojinin çılgın cazibesi. Gençlerin her birini bir tarafa savuruyor. Cep telefonları çıktı. Okullarda bu telefon çocukların yanında olacak mı olmayacak mı? Kimi diyor ki evi uzak olanlar aileleriyle görüşecekler kullanabilir; kimi de diyor ki derste mesajlaşıyorlar, dikkatleri dağılıyor. Bir türlü bu konu çözülmedi. Yetişkin olarak bizler o çocuklara örnek olamasak da ben bu günü daha güzel görüyorum.

Sizin yetiştirdiğiniz emek verdiğiniz öğrencilerden de şair yazar olanlar var mı?

Bir Mevlana İdris’imiz vardı Allah rahmet eylesin. 1981 yılında Maraş olayları olmuş. O yıllarda benim öğretmenlik yaptığım okul, Ticaret Lisesi’nde öğrenci olayları çok olurdu. Ben bir dönem İmam Hatip Okuluna geçtim orada derslere girdim. Mevlana İdris’i öğrenci olarak orada tanıdım.

Öğrencilik yıllarındaki Mevlana İdris’in bize biraz anlatır mısınız?

Mini minnacık bir çocuktu. En ön sırada otururdu. Sınıflar o zaman çok kalabalıktı en az 50-60 öğrenci olurdu. Kompozisyon derslerinde öğrencilerime, kurşun kalemle yazmalarını, yanlış yazarlarsa silme imkânlarının olacağını söylerdim ama İdris buna pek uymazdı, çoğu zaman sabit kalem kullanırdı.

Kompozisyon dersleri çok önemliydi, neden kaldırdıklarını bir türlü anlamıyorum. Öğrencileri tanımak için bundan daha iyi bir ders bilemiyorum. Bu derste hazırlanan kompozisyonlar sayesinde ilerde kimin ne olacağını rahatlıkla tahmin edebilirdiniz.

Kompozisyon yazılılarını okumaya ruh halimin en iyi olduğu zamanlarda otururdum. Etki altında kalmamak için yazılı kâğıtlarının isim bölümünü kapatır ve sıra ile okurdum. Bir gün yine kompozisyon yazılılarını okumaya başladım. Yalnız okurken altlarda yeşil mürekkep kalemle yazılmış bir kâğıt dikkatimi çekti.  Adaletsizlik olmasın diye sırayı bozmayıp kâğıtları toparlayıp okumaya devam ettim. Sıra o kâğıda geldiğinde bir baktım, inci tanesi gibi yazılmış bir kompozisyon. Okudum, okudum, bir daha okudum. Dördüncü defa kıskanarak okudum. Not vereceğim, eksik nokta arıyorum. İmlâda, cümle düşüklüğünde, noktalamada? Bulamadım. Not verdikten sonra ismi açıp baktım; o ürkek ceylan bakışlı bizim İdris'miş.  

Ondan sonra bu çocukla daha yakından ilgilendim. Evimize ziyarete gelmişti. Necip Fazıl’ın ”Bab-ı Ali” kitabını yeni almıştım. O kitabın içine birkaç cümle yazarak kendisine takdim ettim. Mevlana İdris’in azıcık da olsa dersine girdim. Onu tanımam, onu ilk keşfetmem benim gururum oldu.

Çok iyi bir şair ve yazardı. Dergicilik işine de girmişti. Biliyorsunuz dergicilik çok ağır bir uğraş. En son “ÇETO” adında bir dergi çıkarmıştı. Dergide hocası olarak bana yer vermişti. Orada birkaç yazım çıktı. Hastalık derecesinde yoğun faaliyetleri vardı; o dergilerin hazırlanması, edebi etkinlikleri hayata geçirilmesi, yazmak, üretmek onu çok yordu sanırım. . Çok genç yaşta vefat etti. Allah rahmet eylesin.  

Mevlana İdris’in “Ne Olur” adlı çok güzel bir şiiri vardı. Bu şiiri her girdiğim sınıfta, ezberimden, ağlamaklı titrek sesimle okurdum. Onu anmak adına size de okuyayım:

 “Ne Olur

Beni yağmurlara sarıp götürün

Kuşların dua ettiği yüksekliğe götürün

Çocukları bekleyen annelere götürün

Götürün beni menekşelerin evine

Götürün resmimin ilk günlerine

Ne olur

Götürün beni

Beni bir daha getirmeyin.”

Edebi birikimlerinizi, hatıralarınızı kitaplaştırmayı düşünüyor musunuz?

Ne yalan söylüyorum çocukluğumdan beri hiçbir şey istemedim. Hep dualarımda ben de bir şeyler yazayım diye çok isterdim. Namazlarımda yalvarırdım. Allah’ım biraz para ver de kitap alayım, diye. Fakat şunu anladım, bir insan kendini bir noktaya odaklamalıymış. At gözlüğü takar gibi sağını solunu görmeyecekmiş. İnsanın tek hedefi o olacakmış. Ben biraz aylaktım galiba. Bu konuda da maalesef bir şeyler yapamadım. Olur İnşallah.

Hocam bize zaman ayırdığınız ve bu güzel sohbet için size çok teşekkür ediyoruz. Son olarak bir mesajınız olur mu?

Ben teşekkür ediyorum. Beni bu ziyaretinizle ihya ettiniz. Gençlerimize diyeceğim tek şey; özlerinden kopmasınlar, çok kitap okusunlar ve okuduklarını yorumlamaya çalışsınlar.

Bu güzel sohbet için bizler de size teşekkür ediyor, Allah’tan hayırlı, huzurlu, sağlıklı ömürler geçirmenizi niyaz ediyoruz, sağ olun efendim.