Emin amcamlarda akşam oturmasındayız. İlk yaz günleri. Gündüzden hava çelpeşenliydi. Çaylarımızı içtik. Gelmişten geçmişten konuştuk. Veda vakti geldi. Müsade istedik, kalktık. Mabiyinde ayakkabılarımızı giydik. Kapıyı açtık ki ne bakan! Yağmur yağıyor. Şarıl şarıl... Şemsiyesiz gidilmez. Ne yapsak, ne etsek? Emin amcam: -Durun yavrım, benim şemsiyem var. Onu viriyim. Gitti, odanın altından bir şemsiye getirdi. Şemsiye ki o kadar olur. Tam l2 telli. Çadır gibi bir şey. Girdik altına. Ben, Peruz, Yağmur... Eve kadar geldik. Üstümüze bir damla düşmedi. Kapıyı açtık. Şemsiyeyi kapatayım derken şemsiye darmadağın oldu. Tellerin bağlı olduğu çelik tel kopmuştu. Fatma(Peruz): -Vuvvv... İmin ağama ne diyeceğak? Elinden de gurtulamak, dilinden de... -Panik yok,dedim. Siz birşey söylemeyin Emin amcama. Ben usûlüyle söylerim. Ertesi gün Boğazlıyan'a gittim. Bir şemsiye aldım. Ama benim aldığım şemsiye nerde, Emin amcamın şemsiyesi nerde!.. İki gün sonra Emin amcamlara gittik. "Hoş beş,altı boş"tan sonra dedim ki: -İmin ağa! Sana bir şey söyleyeceğim, ama kızmayacaksın. Emin amcam şöyle bir baktı: -Kızmam, söyle yavrım... Usulüyle söylemenin yolunu yordamını biliyorum. Emmimden öğrenmişim. Ben başladım dil peşrevine. Önce peygambere salavat... Kulhü, elham... derken Fatma pıhırdadı. Allahüla'ya geçmemle  Emin amcam: -Söyle yavrım,ne söyleyecağasen...dedi. -İmin ağa! Senin şemsiye kırıldı, dedim. Emin amcamın malı çok kıymetlidir. -Canın sağ olsun.  Zaten eskimişti, dedi. Benim getirdiğim şemsiyeyi de almadı. Doğrusu amcamın bu tavrına şaşıp kaldım.