Hümanizm, problemlerin yalnızca insanla çözülebileceğini savunan, her türlü sıkıntıda insanı tek ölçü olarak kabul eden ve dolayısıyla Tanrı inancını tamamıyla dışlayan bir görüştür. ‘’Her şeyin ölçüsü insandır.’’ cümlesi ise hümanizm kavramının temel ilkesidir. Aynı zamanda bu cümle bu kavramın tanımını özetlemektedir. Hümanizm kavramının tarihsel gelişimine çok girmeden şunları söyleyebiliriz; bu kavram bir akım olarak kendini Rönesans devriyle birlikte Avrupa’da geliştirmiştir. Bu bağlamda ilk olarak din karşıtı bir akım olarak kullanılmış daha sonra şiir, tarih ve ahlak felsefesi içeren bir öğreti olarak kullanılmış ve son olarak da bir hürriyet özlemi ve bilinci olarak kullanılmıştır.

İslam dünyası ortaçağda bilimsel gelişmelerde zirvelerdeyken Avrupa ortaçağda skolastik düşünce ile boğuluyordu. Kilisenin sözü özgürlük ve düşünce kavramlarının üzerine adeta bir balta gibi iniyordu. İnsanlar bu sıkıntılı süreçten kurtulmak için edebiyata yönelerek ‘ideal insan’ tanımının peşine düştüler. Dönemin bazı önemli isimlerinin öncülüğünde, insanı temel aldıklarını iddia ettikleri hümanizm akımı doğdu. Bu akım insani değerlerin kaynağını Yunan ve Roma medeniyetinde aramaya başladı. Onlara göre bu iki medeniyetin ahlaki değerleri diğer dinlerin ahlak değerlerinden daha üstündür. Dolayısıyla hümanizm düşünce ve özgürlük üzerinde baskıcı bir politika uygulayan kilisenin otoritesinden kurtulup insan temelli bir dünya hedefliyordu. Kabaca hümanizm, insanı insan etme girişimidir. Şunu da söylemek gerekir hümanizm akımı ahlaki değerler bakımından her ne kadar Yunan ve Roma medeniyetinden beslense de bu akımın seküler ve Hristiyan eğilimli olmak üzere iki ana damarı olduğunu da unutmamak lazım.

Hümanizm ortaçağ Avrupası’nın Tanrının kontrolünde ve onun etrafında dönen bir dünya sistemine karşı olarak doğmuştur. Burada Tanrı kavramından kast edilen şey aslında kilisenin ta kendisidir. Dolayısıyla hümanizmin temelinde bilimsel gelişmelere karşı olmak değil, dünyanın merkezine dini değerlerin alınması istememek de vardır. Çünkü hümanizme göre dünyanın merkezinde Tanrı olduğu sürece insanlar insan olmaktan çok uzaktı bu yüzden de dünyanın merkezinde insanlar olmalıydı. Bu anlayışa göre eğer dünyada bir din ve Tanrı olmak zorundaysa bunun merkezinde mutlaka insan olmalıydı. Dolayısıyla hümanizm, insanı ve insan bilincini ön plana çıkartarak insanın kendini ifade ettiği evren dışında başka bir evren bulunmadığını iddia eden varoluşçuluğa da zeytin dalı uzatmaktadır.

Bu akımı bu kadar popüler yapan iki temel unsur vardır. Birincisi, ortaya çıktığı dönemde insanların düşüncelerini özgürce ifade edememelerinin verdiği ezikliğin bu akımla son bulacağına inanılması. İkincisi, merkeze insanı alıyor olmasının insana verdiği özgüven. Materyalist bakış açısıyla baktığın zaman zaten dünyanın merkezinde insan vardır ancak insan bunlara muhatap durumundadır. Yani edilgendir. Hümanizmin her şeyin merkezinde insan vardır mottosunun kastı şudur; insan evrende artık edilgen değil, etken durumdadır. Dolayısıyla hümanizm akımıyla hedeflenen şey aslında ortaya çıktığı ilk zamanlardaki kadar masum değildir artık. Çünkü hümanizm, endüstriyel çağla beraber yanına bilimi de alarak insandan bir ‘Tanrıcık’ yapmanın peşindedir. Hümanizm kavramına bu açıdan bakmak onu daha iyi kavramamızı sağlayacaktır.