Hümanizm kavramının ilk zamanlardaki kadar masum olmayışı ile ilgili şu örneği verebiliriz: D.Diderot’a göre hümanizm, dünyanın her yerinde köleliği, angaryayı, hurafeyi ve mutsuzluğu ortadan kaldırmak ister. İnsanların ortadan kalkmasını istediği şeyler bunlardır zaten. Bu ifadeler hümanizmin ortaya çıktığı dönemlerde feodal köleliğe ve kilisenin oluşturduğu baskıya karşı bir devrimci duruşu gibi göründüğünden masum olarak algılanmıştır. Ancak bu devrimci duruşun doğrudan kapitalizm ve ardından burjuva sınıfının ilerleyen yüzyıllarda toplumu sömüren en önemli tipleme grubu olmasından dolayı hiç de masum değildir. Dolayısıyla hümanizmin, burjuva sınıfının inşası için öngörülmüş bir öğreti olduğu söylenebilir.

Cemil Meriç’in 1980 yılının Ocak ayında Hisar Dergisindeki yazısında hümanizm ile ilgili şunları söylemiş: ‘’ Hümanizm, Avrupalı için kaybettiği dinlerin, yıktığı inançların yerini alan bir put. Hümanizm bir aydın hastalığı ama kimse bu izmin hudutlarını çizemiyor. Diyorlar ki hümanizm, insanı mükemmelleştirmek, varabileceği en yüksek irtifaa yükseltmek yani gerçek insan, kamil insan yapmak. Yalnız örnek kim olacak? Sokrat mı, Vinci mi, Erasmus mu, Goethe mi? ‘’

Hümanizm dönemin ‘aydınları’ tarafından ortaya çıkartılan bir akım olduğu için, sanatsal bir akım gibi gösterilmeye çalışıldı. Sanata karşı duyulan hayranlık olarak tanıtıldı. Böylece hümanizm putperest bir sanata karşı duyulan hayranlığa dönüştü. Tapan da tapılan da aynı kişiydi: İnsan! Beşeri dinlere ve klasik felsefeye göre insanın ölümlü olması onun haysiyetiyle çatışma halindedir. Onlara göre ölüm, insanın onuruna aykırıdır. Görüldüğü gibi burada da insana, beşerlik ve fanilik sıfatından öte başka bir sıfat yüklenmek istenmektedir. Yani insana ölümsüzlük ve yaratıcılık vasıflarını  yükleyerek onu Tanrı rolüne hazırlamış olacaklar. Hümanizmin amacı da bu değil mi zaten! İnsanı her şeyin ölçüsü haline getirerek ona farklı bir rol kazandırmak.

Hümanizm ve bilimsel devrimin sıçrayışına gösterilen beklenmeyen ilgi sayesinde insan bu role kendini biraz daha hazır hissetmeye başladı ve herkes birer Tanrıcık olmanın peşine düştü. Böylece bütün hayatını ‘süperinsan’ı arayarak geçiren ve Böyle Buyurdu Zerdüşt diyerek bir ideal insan prototipi üretmeye çalışan ancak Solome adlı bir kadın yüzünden deliren Nietzsche abimizin dediği gibi gerçek Tanrı öldü. Yada Tanrı dünyadan elini çekti. Sonuç olarak görüyoruz ki bütün kapılar deizme çıkıyor. ‘’Ama biz sadece insancıl olmayı istemiştik!’’ diye avunurken kendimizi bulduğumuz noktanın farkına vardığımızda belki de her şey çoktan bitmiş olacak.

 İnsan yalnızca İslam dininde eşref-i mahlukattır. Hümanizmin insanı onurlandırmak ve insanın haysiyetine saygı duymak gibi bir amacı yoktur. Şeyh Galib, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal ve Mevlana’yı hümanist olarak gören zihniyet hümanizmin taşıdığı gerçek manayı anlayamamış demektir. İslam medeniyet tarihinde önemli yeri olan bu isimler elbette insan sevgisiyle doluydular ancak asla hümanist değildiler. Çünkü bizde insandan önce onu yaratan gelir ve biz insana önce yaratandan ötürü hürmet eder, saygı gösteririz.

Hümanist düşüncenin amacı, dünyayı materyalist bir topluluk haline getirmek ve İslam dinini, doğru olmayan şeyler olarak göstermeye çalışmaktır. Bu düşüncenin hizmet ettiği başka bir amaç ise şudur; İslam medeniyeti kültürünün ve ahlakının kaynağını Yunan ve Latin eserlerinde aramaya itmek. Böylece İslam medeniyeti, medeniyetinin başlangıcını orada görecek ve kendi öz kültür kaynaklarına inemeyecek. Fuat Sezgin Hocanın İslam Bilim Tarihi araştırmalarıyla verdiği mücadele tam da bu amaca karşıdır. Aynı şekilde Cemil Meriç’in mücadelesi de bu amaca karşıdır.